Bir Oturuşta…

Artist:Littlefox

Gözüm dalıyor. Zamanla aramdaki kat yerinden yırtılıveriyorum… O kadar muntazam ki ayrılışım, fark edilmiyor dışarıdan… Aniden kendimi eşcinselliği bir hastalık olarak ilan eden kadınsı devlet bakanı Kavaf’a söverken yakalıyorum. Her nasılsa, aradan çok geçmeden ikinci kez zamanla aramdaki bağ çıtırtılı bir biçimde kopuyor ve bu kez de kendimi cümle depremleri düşünürken buluyorum. Şili’dekini, Elazığ’dakini, Haiti’dekini; ışıktan bile hızlı düşünmek –ışıktan ve zamandan- Gölcük depreminin izleri koşmaya başlıyor gözümün eteklerinde. Ak ve acı dolu binlerce prefabrik ev, kızıl çarpılarla işaretlenen camsız, pervazsız, pencerelikten çıkmış dikdörtgenler… Seçimler olur mu diyorum yakında, binlerce kılcal beni getirip de buraya bağlayıverdi. Sanki derdime yanıt, derdime derman olacakmış gibi… Olsa da olur, diyorum, olmasa da… Üstü başı karalı, küçük anlaşılmaz notlarla dolu, kişiye özgü kısaltmalarla bezeli bir not defteri gibiyim. Bir sayfanın diğeri ile şirazesinden başka bağı yok. Şiraze, hani şu kitabın/defterin sayfalarını bir arada tutan sırt… Şirazeye ilişmeden kat yerinden yırtılıyorum da yırtılıyorum. Sayfa sayfa dönüyor belleğimde içrek ve dışsal kuruntular. Unutulup gider mi, diye soruyorum, yetmiş beş koca gün süren direniş. Ekmeğin direnişi, bir magazin haberi gibi küp şekere dönüşüp çayda erir mi? Yapılır mı bu nankörlük? İki kaşım ortası yol yol oldu hissediyorum. O yol, bir yüze gelip giden öfkeyi taşır üzerinde. Kızdım. Aşk, diye mırıldanıyorum, sol elimin başparmağı aynı elimdeki altın halka üzerinde kayıyor. Biraz gülüyorum, azıcık tedirgin. Yitip gider miyiz-söner mi aniden, ölüverir mi uykusunda içimdeki adsız, kocaman akıldışı güç? Ne bileyim, aklımı aşıyor bu soru, kalpse soru cevaplamıyor… O habara debara vurup duruyor, aşk dedin mi daha hızlı daha hızlı. Kalbe doğru yuvarlanıyor bellek, gündelik kaygılar, yaşamsal kaygılar, kişisel kaygılar, anlamsız kaygılar… Kalbin kaygı hamalı olduğuna dair birkaç güzel cümle türüyor köpük gibi. Patlamadan köpükler, el kalemi arıyor. Kalemler bir köşeden çaresizliğimi izlerken belleğim zamanla birleştiği noktalar kopmayı sürdürüyor. Bu kez aradığını asla doğru zamanda bulamamanın yakınışı peyda oluyor. Hiç bulamam, diyorum, aradığımı asla tam zamanında bulamam. Bu sayfa da buruşup pişmanlığa düşüyor. Bir süre pişmanlıklarıma kafa yoruyorum. Ama yorulmuyor o, kalbi parçalarcasına devindiren, aklı koşturan türlü şeyler dışarıdan koca bir sessizlikle biçimleniyor. Özlemek üzerine binlerce ilgisiz veri üşüşüyor apansız. Neyi özlediğimi anlamam mümkün değil, karanlığı gösteren bir sinema perdesi özlem. O kadar kalabalık ki, üzerine yansıyan her parça iç içe geçerek siyah beneklere dönüşmüş. Siyah benekler büyük lekelere. Büyük lekeler de karanlığa… Artık tek bir şeyi özlemediğimi bilmekten öte yapılacak bir şey yok. Kardeşimin beni öfkelendiren bir sözünü anımsıyorum –haydiii!-. Kitapları okuma biçimi ile ilgili. Animist bir tavırla –onlara can atfederek- satır altlarının çizilmemesi gerektiğini söylemişti. Sırtı bükülmemeli, sevişse de bakire kalmalı… Sahtekârca! Düşüncelerim, duygularım –belleğim/anlağım ve kalbim- zamanla bağını tamamen yitirmek üzereyken, oda tastamam bir sessizliğe bürünmüşken, kopup giden sayfalardan biri –yeniden/okunmuş olmasına rağmen- kucağıma düşüveriyor. O kadar durağan bir haldeyim ki, hareket inkâr edilemezliğini dayatacak biçimde bir illüzyonla yaklaşıyor bana. Yer sarsılıyor sanıyorum. Avizeye bakıyorum gayriihtiyarî. Orada gördüğüm cam ve kablonun aydınlığı değil. Orada yeniden Şili’yi, Haiti’yi, Elazığ’ı ve Gölcük’ü görüyorum. On bin insan öldü dedilerdi de, diyorum, bir milyon ceset torbası istedilerdi. Aynını yaparlar mı bir daha? Bu insanların yaşayana saygısı yok ki, ölüye olsun, diye söyleniyorum. Yetmiş beş gün beklettiler insancıkları, soğuk demeden, kış demeden, ekmek demeden. Merhameti ne bilsin diyorum aşkı bilmeyen, aşk dediğin cisme, cinse değildir, aşk insanadır –insandan insana-. Oysa onlar aşkı da sokacaklar bilcisim kalıba. Hastalıklı ruhlarını görüyorum kalıpçıların, kovuyorum huzurdan. Bir sayfa –son sayfa- daha yırtılıyor içimde. Zamanla uzaklaşıyoruz bir kez daha birbirimizden. Çıplak bir şiraze kalıyor aklımın defterinden. Sayfalar buruşmuş. Her biri bir yerde… Kayıveriyor şirazesi düşüncenin, şirazesi kaymışlığı düşününce. Yeniden zamana tutunacağım da… Bir sayfa aralıyorum yeni defterimde. Aynı anda yapıyorum bunları, bir oturuşta, zamanın beni ilgilendirmediği bir yerde.


“Bir Oturuşta…” için 3 cevap

  1. koyver gitsin o şirazeye tutturulmuş yapraklar birer birer.. zaten hiçbirini kendin yazmamıştın bunların. gitse de bütün sayfalar elinde o şiraze kalacak ya, yenilerini yapıştırırsın. üstelik bu sefer kendi yazdıklarını, sana ait olan sayfaları yapıştırırsın. içinde “eşcinsellik hastalıktır” diyen bakanların, depremde ölenler için “takdir-i ilahi” diyen başbakan hocalarının olduğu sayfalar senin değil, yaşamının kenarına rızasız iliştirilmiş, gündelik kaygılar senin değil… elazığ’da, haiti’de, hele de şili’de yer oynadı senin o yüreğin ta derininden sarsıldı. yıllarca cuntacıların elinden çekmişti Şili, şimdi de tanrıdan. hiçbiri senin eserin değil bunların. o yüzden bırak gitsin, sen yenilerini yaz. bak kocaman bir şiraze var elinde şimdi..

  2. Ne kadar hareketli bir yazı bu. Nasıl kımıldıyor, nasıl uçuşuyor ve nasıl bir tek noktada birleşiveriyor. Müthiş, nefis, soluğumu kesti. Mütevazi bir blog sayfasında yazın şöleni yaşıyorum. Siyasetin nabzı edebiyatın gücüyle tutulabiliyormuş. Tesadüflere teşekkürler! Teşekkürler!

teslim için bir cevap yazın Cevabı iptal et