Suya Anlat- İNSAN ANLATILARI (PARÇA 1)


Tuğba H. için…

-0-

-1-

Bazı hikayeler sondan başlar. Benim hikayem de öyle başlamalı. Bu geceden… Sıcak yatağımda uyandığım, evlatlarımın üstlerini örtüp, sevgilimin ensesinden ıpılık bir öpücükle yanından sıyrıldığım bu geceden… Uyuduğum en kederli uykudan, gördüğüm en uzun kâbustan bir sıçrayışla kurtulmalıyım…  Çeşmenin başına sandalyemi çekmeli ve hızına yetişemeyeceğim bereketle akan suya düşürmeliyim sözcüklerimi… Kimsenin daha evvel işitmediği, zihnimde bir çamur birikintisi gibi yoğunlaşıp kuntlaşan ne varsa suyla çözmeliyim… Kendi tarihçemin kirini, pasını bir sırçadan daha duru davranan suya bırakmalıyım… O, lekelere ne yapacağını bilir. O, hareketi ve ışığı bilir. O, ferah olandır. Bu yarayı başka hiçbir şey arıtamaz, iyileştiremez. Ortada, yüreğimin orta yerinde bir ateş var madem, bu alevleri sudan başkası ehlileştiremez…

-2-

İnsan dünyaya gelir gelmez, koku hafızası da onunla aynı anda doğar. Yaşantılarını kokudan harflerle yazar bellek defterine.

Ben bir buçuk yaşındaydım.

Annem, kekikti, kuzinede çıtırdayan kor ateşti, yağmur sonrasındaki nemli topraktı. Annem bozkırdaki yalnız ağaçtı… Annem, sebebini kimsenin anımsamadığı bir kavgaydı. Annem terk edişti. Annem kapının öteki yanıydı. O, beni ve kundaktaki kardeşimi bırakmıştı… Annem, valiz kokuyordu. Tek yönlü, geri dönüşü olmayan bir tren bileti kokuyordu. Annem bende bırakılmış koskoca bir boşluk kokuyordu. Asla şefkatle sarılmamış bir beden, asla okşanmamış bir saç, asla teselli edilmemiş hıçkırıklı bir ağlayış kokuyordu. Annem on üç yıl bomboş kalan bir sayfa kokuyordu… Ben annemi kokusundan tanıyordum.

-3-

Saat gece yarısını geçmiş… Çeşmeden akan incecik suyla dertleşmemize ara veriyorum. Onun konuşması yalın, onun sözü ferah… İnsan onu dinleyerek iyileşebilir. Su dinleyerek iyileştirebilir seni… Ne vardı insan da su gibi olsa birbirine… Saydam bir hekim misali içimizi dışımızı yaralardan, sancılardan kurtarsak… Ne var ki insan çoklukla marazidir. Karanlıktır. Kimi insan çabuk türeyen hastalıktır… Bir bakarsın ölüme benzeyen ne varsa gelip kurulmuş yakınına yörene… Ölümün aynası ölümü başka suretlerde gösterir öyle ya. Ölüm bakarsın yalnızlık görürsün. Ölüm bakarsın yalan görürsün, hainlik, zalimlik görürsün… Ayna kalabalık, ayna gevezedir. Ayna soğuk ve sahicidir.

-4-

Babamın koca ellerinde küçücük bir avuçtur bizim çocukluğumuz. Babamın elleri yanlış kararlarla dolmuş bir çuval. Bir çuval pişmanlık… Bir çuval yıkım… Bir çuval yürek parçası. Babamın elleri gölgelidir. O kadının elini tutup başımıza getirdiğinden beri gölgelidir. Heyula gibi rüyaları ve hakikati geceye boğan bir kadının karanlığı bulaşmıştır onun ellerine… Bizim çocukluğumuz onun ellerinde küçücük avuçlarımızdır. Avuçlarımız da çocukluğumuz da sevmekten nasibini almayan, merhametin meskenine uğramayan bir karartının ışıksızlığına batıp çıkmıştır. Üveylik dediğin şefkat hasarı… Üveylik dediğin insaf ihlali… Bir çocuğa üvey oldun mu, o çocuğu onaramazsın. Ne yaparsan yap, bir masuma özgü rüyaların kadifesini çalmışsındır… Üvey olan çocukluk hırsızıdır. O kadın benim geçmiş hapishanemdeki en azılı suçlulardansa eğer, babam onun affa tabi olmayan suç ortağıydı.

-5-

Gözlerim uykudan kurtuldu iyice. Ağzımın kıpırtısız gevezeliğinde, geçmişi suya gömüyorum… Ağır ve geç saatlere mahsus ürpertici bir cenaze töreni bu aslında. Zihnimin bütün tozlu perdeleri aralandı… Öte yanı göstermeyen pencerelerde ben ne arıyorum? Konu arayış oldu mu, benden kötü rehber bulamazsınız. Ben yaşamı ölümde, suyu alevde, öfkeyi sükunette, karayı beyazda ararım… Benim pusulam çocukluğumda kırılmıştır. Definem insanlıktır lakin haritam silik, haritam hatalı, bozuk, kıyamet yeri…

-6-

 Babamın evlendiği o yaz, hayatımın en sıcak yazıydı. Cehennem, kor, magma… Öyle yakıcı ve eritici bir sıcaktı ki, göğsümün orta yerinde hâlâ o yazı taşıyorum. İşte yangında parçalanan ilk şeylerden biri benim şaşkın pusulam oldu. Bundan böyle, burnu zedelenmiş bir köpek gibi “o kokuya” benzeyen ne varsa o yöne koşacak fakat yüreği bomboş dönecektim. “o koku” anneminkiydi. Yüreğime nakşettiği boşluk deseni, çıkışı olmayan bir labirente ne çok benziyordu. Ne vakit o çetrefil yollardan kurtulacağımı sansam, ne vakit beni oradan çekip çıkartacak kanatların varlığına inansam başka türden surlarla çevreleniyor, ona benzeyen fakat asla “o” olmayan izlerden kendime yeni, yanlış ve beni asla aradığım o şeye, ismini telaffuz edemediğim o duygudan bilhassa uzaklaştıracak haritalar çiziyordum. Yaşadığımız köydeki kadınlarda soluklanışım bu yüzdendi. Bir de Minnoş vardı. Hayvanlara özgü içsezileri ile beni yaralayan her şeyi parçalamak için çıkarttığı minik pençeleri… İkimizi birbirimize yaklaştıran ortak parçamız konuşamıyor oluşumuzdu. O da ben de, bizi anlamayan onlarca kulağa sadece miyavlıyorduk belli ki. Bu yanımızla iç içe geçmiştik. Hâlâ emin değilim, o mu benim kedimdi ben mi onun insanıydım. Açık olan tek şey yanyanalığımızdı.

-7-

Gece yarısı ile kör sabah arasında, ışığın ve sesin uyuduğu bir yer vardır. Ben oradayım. Çeşmenin başında cam lavaboyu incecik bir ip gibi teğelleyen suyun kıyısında bakışlarımla mırıldanıyorum. Yumruğum gövdemin orta yerinde. Zar zor yutkunuyorum. Bu kez sabaha çıkacağız. Bu kez kâbuslar tarafından avlanıp yitmeyeceğiz biliyorum. Ben hayatta kalmanın bir çaresini buluyordum, bu defa yaşamanın –tastamam, dosdoğru yaşamanın hem de- bir yolunu bulacağım. Ben bu sabaha çıkacağım…

-8-

Kendini, kendi içerisinde yineleyip duran coğrafyadır Anadolu. Bir yerde çamların yeşiline batıp çıkarsınız, bir yerde meşelerin, kavakların… Ama her halükarda yeşil… Sonra evler, pastel boya ile çizedurduğumuz kızıl damlı beyaz evler, ister yaylada ister ovada… Ve her halükarda evler… Her halükarda ismi başka olsa da türküsü vardır sonra. Düğünü, kışı, çorbası, neşesi ve ıstırabı vardır. Çirkefi, keskin, çirkin, çürük gelenekleri… Övmeye gerek yok! Biçimler, isimler değişir fakat hep aynı kimya. Sıkılmaksızın şiirleşebilen bir döngüdür bu. Her halükarda şiirleşir. Benimkisi biraz ağıt. Bu yürek zımparalayan şiirin tökezlediği membağ, kasabaların florasanlı sonradan binalaştırılan yapıları. Bu ağıdın yorulduğu yer, okuldur. Okul, yinelemenin tükendiği, durduğu yerdir. Okul, düşler türetmek için malzeme aldığım dükkandır. Okul çıkış kapısıdır. Okul, kaçabilme, kurtulabilme, aynılaşmaktan bıkmayan bir resmi yırtabilme imkanıdır. Okul, benim ilkgençliğimin tek gülümseyen fotoğrafıdır. Gerisi virane.

Dedim ya. Kömür karası bir tarihim var benim. Köz, alev, cehennem… Okul, bir tebeşirin ak izidir. Ama bazen tırnak, karatahta üzerinde ince, yürek söken bir cızırtıyla kayar. Benim karatahtamda bu tırnaklardan bol ne var?

Okuyamazsın.

Evleneceksin.

On dörtsün.

Evde kalmış sayılırsın.

Okumak da nereye kadar?

Dedim ya. Dedim ya. Dedim ya… H e p a y n ı.

Anadolu çemberdir. Ya sen onun etrafında dönersin. O her halükarda kendi etrafında döner… Her halükârda…

-9-

Ve su, bir yerden sonra hiç sözümü kesmedi… Yüreğimdeki geçit vermeyen o her ne ise, için için çözülüyordu. Beklediğim şifa geliyordu belli ki. SU dinledi. Dinledi…

-10-

Bir yerde okumuştum. Kadının biri şöyle yazmış; Elif mi Ezgi mi nedir… Her neyse… Şöyle diyordu: “Ergenliğe geçer çocuk / Yavaş yavaş/ Ama yetişkinliğe sıçrar ergenlikten./ Apansız büyür insan -büyümenin hakikatlisi böyledir-/ Bazen bir gecede, Bir kelime ile büyür…”  Bir yerde doğru… Liseye gitmeyi düşleyerek bitirirsin ortaokulu.  Köy yerinde zaman şekil değiştirir. Elle tutulur adeta. Ayak uçlarında yürür, nasıl ahestedir hem. Okula kavuşmayı beklemekse uzun, bitimsiz bir nöbet gibi. Kitapların kapısını kilitleyip, içeri kimseyi kabul etmeyeceksindir. Onların kapısını aralamak tüm mevsimin en heyecan verici düşüdür.

Defterler. Beyaz sayfalar… Kareli olanlar… Çizgililer. Pürüzsüz bir ten gibi, alnına yazılacak olanı bekleyen defterler…

Kalemler. İçisıra bir omurga gibi uzanan kurşundan kelamlar düşüren, kağıdın üzerinde mırıldayan kalemler…

Kitaplar… Harfler… Sayılar… Biçimler…

Düşler, hakikatler…

Edebiyat, tarih, felsefe…

Tebeşir kokusu, karatahta…

“Buradan git!” diyen o ses sonra, “Buradan git yoksa kırkındaki bir adama verecekler seni…”

Karatahtada daima o tırnak çiziğinin acı çığlığını duyuyordum. Kabukların zamansız kırılışındaki o ağrılı sese benzer… O gün o köy evinden çıkıp bütün gücümle yürüdüm. Bütün gücümle kaçtım. Üzerimde sakil bir pelerin gibi duracaktı büyümek. Büyümekten kaçtım. O gelmişti ve ben gidiyordum… Yolun bir yerinde kesiştik, göz göze geldik… Henüz değil, dedim. Henüz değil…

Beni on üç yıl evvel terk etmiş olan annemin yanında soluk alacaktım. Alabilecek miydim?

-11-

Evdeki sessizliğin içinde bir ninni gibi, bir fısıltı gibi uçuşuyor su sesi. Ona anlattığım ne varsa alacak ve lacivert denizlere dek küçülte küçülte götürecek. Nihayetinde söylediklerim okyanuslara vardığında, iyiden iyiye ufalıp azalacak inanıyorum. Bir ayete inanırcasına hem de…

-12-

Anladım ki vazgeçmek denilen şey bir tür uyuşturucudur. Kişi onu bir kez ruhuna zerk etmeyegörsün, etine, kanına, bakışına öyle nüfuz edip, ele geçirir ki; vazgeçmeden yaşayamaz… Bir kumarbazın, karşısına çıkan her durumu bahis mevzuu haline getirişi gibi, her dönemeç vazgeçme müptelası için kaçma istasyonudur. Bu yüzden, bir vazgeçme müptelasının evladı olmak, terk edilişi daima cebinde taşımak demektir… Annem, benim cebime yalnızlığımı bir yazgı olarak bırakmıştı. Yatılı lisenin on altı kişilik koğuşlarında aslında hepimiz bu vazgeçişlerin ağır havasını soluyorduk… Hayatın keyfi dilimlerinden en bayat, en yavan, en kekre parçaları bize düşenlerdi. Bunu körpe ellerimizle soğuk mutfaklarda soğan doğrarken de anlıyorduk, okul koridorlarını iki büklüm paspaslarken de… Aslında bunu anlamakta bir şey yoktu. Genç suratlarımıza kederi yerleştiren, kimimizi o yaşta intihara ikna eden, kimimizi hırçınlaştıran, kimimizi bir bebek gibi kendi sidiğimizde boğan o rezillik terk edildiğimizi kabul etmemiz yüzündendi. Sevmediğin bir şeyi anlamak bıçağın uysal yanıysa, kabul etmek parlak ve keskin tarafıydı. Hepimiz, ben de dahil birbirimize kardeşlik edecek kadar birbirimize muhtaç ama çare olamayacak kadar paramparçaydık. İşin en kötü yanı, karanlıklardan karanlık beğenen ben, bu seçtiğim kurşuni dünyadan memnun olmak zorundaydım. Çünkü annem bütün vazgeçişlerini üstümde sınıyordu ve beni okutmaktan vazgeçerse yaşamaktan kesilirdim.

-13-

Müezzin uykulu bir aksırıkla ezana başladı. Gün ha söktü ha sökecek. Saba makamında okunan bu çağrı kurduğum bütün cümlelerle beraber suya karışıyor şimdi. Suya, bir dua ile sığınıyorum.

-14-

Yaşamımın erken yorgunluğunu bir tek sözcükle özetleyebilirim: Örtüşmezlik! Hayatı bulduğumda annemi, annemi bulduğumda şefkati, şefkati bulduğumda insanı, insanı bulduğumdaysa gücü bulamıyorum. Hep bir peşin mağlubiyet, daimi bir eksiklik hali… Ruhumun sağında solunda üşüyen gedikleri asla tam anlamıyla kapatamıyorum. Söz gelimi, üniversiteye gitmek liseyi tamamladıktan sonra artık benim için bir olasılıktı. Öyle ya, bir dershaneye gönderiliyordum. Ama orada sevilmeyen bir öğrenciydim. Takındıkları ideolojik tavırdan hoşlanmıyor, bunu ilgi çekici bulmuyordum. Sınavı tamamlayıp, puanlarımı öğrendiğimde göbeğimi kendim kesmek zorunda kaldım… Ben kaleme, kelama sığınacağımı biliyordum. Doğrusu, bunu benden başka bilen yoktu… Ben de öylesini tercih ettim. Ben edebiyatın gerçek olamayacak kadar güzel, ıstırap kadar güzel, ıstırap kadar gerçek dünyasını seçtim. O yol benim ilacım olacaktı. O yol benim eksiklerimi unutturacak kadar kucaklayıcı olacaktı. Sevdiğim adamla o yolda karşılaşacaktım. O an öğrenecektim ki, aşk geniş, aşk kocaman, aşk aşkındı her boşluğu… Örtüşmeyen ne varsa böyle örtüşecekti…

15-

Gün ağarıyor. Gırtlağımda hararet… İçim, bir yaylanın çiçekli tepeleri kadar havadar,  ferah… Ciğerimde son bir kuytu, son bir alev. Ağzımı musluğa yaslıyorum. Kana kana içiyorum… Külleniyor içim. Ben küllerimden yeniden doğuyorum. Yerimden kalkıyorum. Su, hekim. Su, şifa. Su, dertdaş. Suya selam ediyorum. Evlatlarımın terli alınlarından öpeceğim. Sonra sevdiceğimin ılık koynuna sokulup, kâbuslardan azade –varsın kısa olsun- bir uyku çekeceğim.


“Suya Anlat- İNSAN ANLATILARI (PARÇA 1)” için 2 cevap

Yorum bırakın